28 Şubat 2013 tarihli 28573 sayılı resmi gazetede yayımlanan “MEB eğitim kurumları yöneticileri atama ve yer değiştirme yönetmeliği” resmen ve alenen eğitim yöneticiliğinin bakanlıkça bir meslek olarak tanınmadığını göstermektedir. 1926 yılında çıkarılan 789 sayılı “Maarif Teşkilatına Dair Kanunun” ünlü 12. maddesinde yer alan “meslekte asıl olan muallimliktir” anlayışı üzerinden yaklaşık 90 yıl geçmesine rağmen hala yürürlüktedir. Nitekim adı geçen yönetmeliğin 1. maddesinde “ bu yönetmeliğin amacı MEB’e bağlı eğitim kurumları yöneticiliklerini, ikinci görev olarak yürüteceklerin seçimine, atanmasına ve yer değiştirmesine ilişkin usul ve esasları düzenlemektir” denilerek, yöneticiliğin öğretmenliğin doğal ve kaçınılmaz bir uzantısı, bir bütünün ayrılmaz ve vazgeçilmez parçası olduğu itiraf ediliyor.
Gerçekte bu bakış açısı, genel olarak davranış bilimleri alanında; özel olarak eğitim yönetimi planlama, program, ölçme değerlendirme ve benzer disiplinlerde oluşan akademik birikimi, dolayısıyla bu programlarda yetişmiş insan gücünü yok saymakla kalmıyor, açıkça yeterlik, liyakat ve kariyer gibi temel ilkeleri de görmezlikten gelerek ‘başarılı’ bir 28 Şubat darbesi yapıyor. Yönetici değerlendirme formunda “üniversitelerin sosyal veya eğitim bilimleri enstitülerinin eğitim yönetimi ve politikası, işletme, kamu yönetimi, siyaset bilim anabilim dallarıyla bunların alt programlarında yüksek lisans veya doktora öğrenimlerini tamamlayanlar ile, YÖK tarafından eş değerliği kabul edilenler yönetim alanında yüksek lisans ve doktora yapmış kabul edilecektir” denilmektedir. Böylece işletme programının (ki son dönemde özellikle vakıf üniversitelerinin eğitim sendikalarıyla işbirliği yapması sonucu tümüyle piyasalaşmış bir alandır), eğitim yönetimi alanı olduğu tescillenmiş oluyor.
Öte yandan, son dönemde bazı kamu üniversitelerinin yakından veya uzaktan ancak tercihen internet üzerinden eğitim yönetimi programları açma girişimleri, alanın itibarsızlaşması sürecine de özel bir destek sağlamaktadır. Yönetmeliğe dönecek olursak, çok daha düşündürücü ve üzücü olan yöneticiliğe atanmada yüksek lisansa 6, doktoraya 10 puan verilmesidir. Uzmanlık eğitimi alan az sayıda öğretmene lütfedilen bu “değer” yanlış anlamalara fırsat vermemek için doktora yapanların, ayrıca yüksek lisans için öngörülen puanlardan yararlanamayacağı belirtilerek ‘dengelenmektedir’. Esasen söz konusu puanlar 100 üzerinden ağırlandırılarak verilen endekse göre hesaplandığında, toplam puana yaklaşık üç puanlık bir katkı getirebilecekken “haksız rekabete yol açmamak için” Cin Ali mantığıyla sorun çözüme kavuşturulmaktadır.
Eğitim kurumları yöneticiliği yazılı sınavında, Türkçe, dilbilgisi, protokol kuralları, resmi yazışma kuralları gibi yaklaşık on başlık altında düzenlenen sınav konuları arasında hukuk, ekonomi, cumhuriyet tarihi gibi konulara yer verilmemiştir. Buna göre yöneticilerin sosyoloji, psikoloji, grup dinamiği, uygarlık tarihi, felsefe vb. temel disiplinlerin bilgilerinden muaf oldukları gibi, hukuk, ekonomi ve tarih bilmeleri de gerekmemektedir. Öte yandan, zaten yazılı sınavdan en az 70 alan başarılı olacaksa da, bu yeterli değildir çünkü adı geçen yönetmeliğin 11. maddesine göre sözlü sınavdan da en az 70 alma şartı aranmaktadır. Sonuç olarak yazılı sınavdan 100 alan adayın da, sınavı kaybetmesi sürpriz sayılamaz. Nitekim sözlü sınavın belirsiz içeriği ve muğlâk konu alanları kadar komisyonun yapısı da (yetkili sendika temsilcisinin bulunması sakıncalı görülmüş) durumu yeterince tartışmalı hale getirmektedir. Bu arada, Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun 2008/774 numaralı kararla sözlü sınavda adayın verdiği yanıtların teknolojik araçlarla sesli ve görüntülü olarak kayıt altına alınması yönündeki kararına rağmen, idarenin bu hükme bu güne dek duyarlılık göstermediği anlaşılmaktadır.
Bu durum yönetimde saydamlık, hesap verebilirlik, objektiflik, eşitlik ve hakkaniyet ilkelerine aykırı uygulamaları olağanlaştırırken; yönetsel yetersizlikleri artırarak eğitim yönetiminde kalite sorununun, giderek daha çok hissedilmesine neden olmaktadır. Son dönemde kamuoyunda, sınavlar ve dershanelerin kaldırılması yönündeki sonuçsuz çabalardan, öğretmen yetiştirme ve atanma oranlarındaki tutarsızlıklara dek birçok konuda bakanlık örgütünde ciddi bir yetki, yeterlilik ve sorumluluk zaafı olduğu gözlenmektedir. Ayrıca mesleki teknik okulların dışında kalan neredeyse bütün liselerin ölçüt aranmaksızın Anadolu Lisesi yapılması SBS, YGS ve LGS’de ülke çapında net doğru yanıt verme oranlarının anlamlı bir biçimde düşmesi gibi birçok temel eğitim sorunu görmezlikten gelinmektedir.
Esasen bu yönetmelik, gerçekte bu düşündürücü tablonun doğal ürünü olduğu için sorunların nedenlerini göstermek açısından yararlı olabilir. Başka bir deyişle, sorunları yaratan düşünce aşamasında sorunlar çözülemez. Yönetim ciddi bir eğitim ve akademik yetişme gerektiren saygın bir meslek olarak algılanmalı, insan kaynakları rasyonel olarak planlanmalı, her tür atanma ve yükselmelerde kariyer yeterlik ve liyakat ilkelerinin uygulanması temel ilkeler olarak benimsenmelidir. Özetle, uzun süredir beklenen “Eğitim Kurumları Yöneticileri Atama Yönetmeliği” eğitim kamuoyunda ciddi bir düş kırıklığı yaratmıştır. Yönetsel ilkelerle ve etik değerlerle örtüşen, dolayısıyla akademik başarıya, yeterliğe, akreditasyona ve performansa vurgu yapan bir insan kaynakları, politikası verimli etkili ve üretken kamu yönetiminin güvencesidir. Milli Eğitim Bakanlığı’na gelişi eğitim kamuoyunda iyimserlik yaratan Sayın Nabi Avcı’nın, YÖK tarafından hazırlanan üniversite yasa tasarısını geri çevirirken haklı olarak altını çizdiği “metnin içerik açısından zayıf ve üniversite politikaları açısından yetersiz olduğu gerekçesi” bu yönetmelik için de geçerlidir. Eğitim kamuoyunda yapılan eleştiriler ışığında söz konusu yönetmeliğin gözden geçirilmesi ve böylece eğitimin doğasına ve yöneticilik mesleğinin saygınlığına uygun bir hale getirilmesi ortak beklentimizdir.
Prof. Dr. Ayhan AYDIN